x
     
11.01.2016 21:54:02
Okunma: 3426
1 Yorum

Mehmet Erdül
SIRADA KİM VAR?

 

Torunum Alp Denizci;

“Dede, hep hayvan öyküleri yazıyorsun. 
Hepsi yaban hayvanı, kurt,kuş, çakal, deve, devekuşu. 
Evcil hayvan öyküsü yok mu sende?” diye sorup duruyor.
 
Yazayım da gönlünü alayım.
 
Çankırı, Ovacık Nahiyesi. Yıl 1952…
 
Anam Lütfiye Ebe oraya tayin olmuş. Babam Kemal marangoz.
 
Küçük o zamanlar ovacık. Babam bir atölye açtı. 
 
Anam kasaba doktoru sanki. 
 
Ebelik ötesi işlerle uğraşıyor. Başı ağrıyan bizim evde. 
 
Bir tel dolap var erzak saklıyoruz bir de ecza dolabı. Ecza dolabı tel dolaptan büyük, içindekiler tel dolaptakilerden fazla. Manisa’dan ilaç adına ne bulduysa gelirken getirmiş anam…
 
Ovacık Nahiyesi’nin o zamanlar Agası Hüseyin Ağa…
 
At, tarla, otlak, mera ne aklınıza gelirse sahibi o. Kızı hastalanmış. Getirdi anama gece vakti.
 
Anam baktı muayene etti. Neren ağrıyor deyip “Burası mı? “ dedi. Ovaladı.

“Yok bir şeyin meraklanma ben sana şimdi bir hap vereceğim. Hiç bir şeyin kalmayacak.”
 
Gitti ecza dolabından bir ilaç getirdi yanında bir bardak su;
 
 “ İç şunu bakalım” dedi. “Yat uzan dinlen biraz kendine gelince kalkarsın.”
 
Ağanın kızı yattı uzandı bir süre,”iyiyim” deyip kalktı. Toparlandılar, teşekkür minnet ifadeleri sonrası gittiler babası Hüseyin Ağa ile birlikte.
 
Sabah tan ağarırken, bir bağırtıya uyandık ailecek;

“Kemal Usta, Ebe Hanım!”
 
Uyandık…
 
Babam, Anama;

“Ne hap verdin sen Ağanın kızına? Öldü mü ne? Nasıl bağırıyor adam. Yandık şimdi…”diye çıkışıyor üstünü değişirken.
 
Toparlandık, çıktık kapı önüne…
 
Ağa iki atın yularından tutup gelmiş.
 
“Ebe hanım… Allah razı olsun. Kızımı iyi ettin…  Rahat uyudu bu gece. İnlemedi. Beğen bu atlardan birini… Hangini istersen senindir. Ötekine binip dönecem geri…”
 
Annem, babam;
 
“Olmaz öyle şey… Ağam işimizi yaptık, görevimiz” falan diye söylenmeye başladılar.

“Buranın ağası benim… 
Ağa benim buralarda. Ben ne dersem öyle olur. 
Kırmaya yeltenmeyin sakın ola. 
Buralarda benim dediğim olur. Birini seçeceksiniz. Çare yok” dedi Ağa…
“Bu sakin usludur… 
Adını koymadım daha yarış falan bilmez. 
Bu huysuzdur. Rahvandır. Şahtır. T
üm yarışları kazanmıştır. 
Eyer almaz kolay kolay.Emme değerlidir ha…” Diye atları anlatmaya başladı.
 
Babam;
 
“Ağam olmaz al atını git” diyordu ki…
 
 
“Aha da bu şahtır size düşen… 
Kızımın hastalığını iyileştirdin ya…
Kemal Usta da bunu ıslah etsin. 
Eyer alır hale getirsin bu atı da ben de siz buradan gidende, sizin büyüklüğünüzü anlatayım gelecek kuşaklara.” Deyip atı bıraktı ötekine bindi döndü gitti.
 
Babam Soyadından kısalma yaptı Erdül’den bir isim türetip atın adını “Düldül” yaptı…
 
Ahır yok… Nereye koyacağız? Gün ağardı. Babam başladı çalışmaya. Ceviz ağaçlarından bir dam yaptı bahçeye. Üstünü yanlarını kapattı. Su için yalak yaptı. Yemlik koydu.
 
“Var git Hüseyin Ağaya, selamımı söyle birkaç kaya tuzu versin, iste al gel “ dedi.
 
“Kemal Usta biliyor bu işleri Belli. Ama eksik istemiş. Sadece kaya tuzu olmaz. Bir de kaşağı ile kamçı götür babana, selamımı demeyi unutma“ dedi, döndüm geldim.
 
At damı samanlığıyla, su yalağıyla, tuz deposuyla büyüdü. Marangoz işi yok Ovacık’da… Babam tel dolabı yapıp satıyor.
 
At eyer almıyor bir türlü. Gem vurup, çayır çimen dolaştırıyor. Elimden yem yiyiyor, tuz yalıyor ama eyer almıyor. Kimseyi bindirmiyor üstüne. Eyer bağlatmıyor ki binesin.
 
Yaşım 6 ya da 7… Daha okula başlamamışım. Her sabah meraya götürüp otlatıyorum Hüseyin Ağanın hediyesi Düldül’ü.
 
Bir gün meradan dönüyoruz. Atın gemi elimde önden yürüyorum ardımda Düldül. Çek çek gelmiyor.
 
Gittim nallarına baktım taş falan mı girdi diye bir şey yok…
 
Çektim.
 
“Iııııhıııhh” gibi bir kişneme..Korkarsın.
 
Kımıldamıyor düldül.
 
Düldül’ün sağ yanında belinden yukarıda bir kaya var. Geçerken karnını mı çizdi,bir yerini mi yırtık hayvanın korkusuyla kaya ile düldül’ün arasına girmeye çalıştım.
 
Kayadan ayrıldı. Baktım karnında bir şey yok. Çizik bile olmamış. Çıktım ara yerden. Düldül kayaya yanaştı yeniden.

“IIIHIııhıııhhhıııhh” kişnedi yeniden.
 
Yuları sol yanından dolandırdım. Arkasından kayaya tırmandım. Kulaklarının ardından çekip boynuna attım ipleri. Yular boynunda asılı kaldı. Sol ayağımı uzatıp üstüne atladım. Kıpırdamadı.
 
Yuları aldım elime…
 
Tırıs adımlarla yürüdü…
 
Bu gerçek bir öykü Alp Denizci istedi yazdık.
 
Tamam da siyaset bunun neresinde?
 
Siyasi sonucu olmayan öykü yakışmaz bize.
 
Hayvanlar, kendilerine değer verenlere, karnını doyuran, tımarını yapanlara hizmet ederler.

İnsan sahip olduğu değerlere, değer verene saygı duyar…

Kimi at var, haini atar sırtından.

Sırada kim var?

Etiketler:

Misafir - 16.11.2016 22:47:57

  • Atillâ Kosova
  • Elbette bu hikâye anlamlı ve yorumu da çok uygun; fakat meslekdaşım olan Sayın Mehmet Erdül' ün BAŞ VEREN İNKILÂPÇI ALİ SÜAVİ isimli eserini okumanızı öneririm. (A.K.:Eski bir havacı.)
  • Yazarın Diğer Yazıları